Konuşmacı sözlerine elinde tuttuğu altın lirayı göstererek başladı. Odayı dolduran yüzlerce kişiye şu soruyu sordu:
“Bu altını kim ister?”
Hemen hemen bütün eller havaya kalktı. Konuşmacı devam etti:
“Altını içinizden birine vereceğim, ama önce bazı şeyler yapacağım.” Altını yere attı, ayakkabısıyla üzerinde tepindi. Sonra yerden kaldırdığı tozlara bulanmış altını salona doğru uzatıp yine sordu:
“Bu altını hala isteyen var mı?”
Eller yine havadaydı. Bu defa altını yardımcısının getirdiğini çamur dolu bir kavanoza attı. Çıkardığında, üzerindeki çamurdan altın görünmüyordu bile.
Aynı soruyu sordu bir kez daha. Ama eller yine havadaydı ve herkes altını istiyordu.
Konuşmacı gülümseyerek şöyle dedi:
“Arkadaşlar, burada çok önemli bir şey görüyoruz. Ben bu altına ne yaparsam yapayım, önemi yok; onu ne olursa olsun istiyorsunuz. Çünkü başına gelenler onun değerini düşürmüyor. O hala değerli bir altın.”
Kürsüdeki konuşmacı, daha sonra hayata ilişkin sonucunu şöyle dile getirdi:
Birçoğumuz, bu altının başına gelenleri yaşarız. Yere düşeriz, hırpalanırız, canımız acır. Bazen üzerimize çamur atılır. Bazen de biz çamura düşeriz. Ama hiçbirisi önemli değildir; yeter ki, özümüzdeki güzelliği hiç unutmayalım ve mutluluğun bunlara bağlı olmadığını bilelim.
Değerimizi bizi başkalarının nasıl gördüğü veya başımıza gelenler değil, bizim kim olduğumuz belirler…
bazan hayat boyle değıl bı kere sana çamur atıldikdan sonra bazı beyazlardan çamur ızı gıtmıyor